8 Temmuz 2007 Pazar

FUZULİ NİN SU KASİDESİ NDEN


Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su


(Ey göz! Gönlümdeki (içimdeki) ateşlere göz yaşımdan su saçma ki, bu kadar (çok) tutuşan ateşlere su fayda vermez.)

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su


(şu dönen gök kubbenin rengi su rengi midir; yoksa gözümden akan sular, göz yaşları mı şu dönen gök kubbeyi kaplamıştır, bilemem..)


Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su


(Senin kılıca benzeyen keskin bakışlarının zevkinden benim gönlüm parça parça olsa buna şaşılmaz. Nitekim akarsu da zamanla duvarda, yarlarda yarıklar meydana getirir.)

Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin
ıhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su



(Yarası olanın suyu ihtiyatla içmesi gibi, benim yaralı gönlüm de senin ok temrenine, ok ucuna benzeyen kirpiklerinin sözünü korka korka söyler.)

Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su



Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su


(Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, kalem gibi, gözlerine kara su inse (kör olsa, kör oluncaya kadar uğraşsa yine de gubârî (yazı)sını, senin yüzündeki tüylere benzetemez. )

Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola
Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su


(Senin yanağının anılması sebebiyle kirpiklerim ıslansa ne olur, buna şaşılır mı? Zira gül elde etmek dileği ile dikene verilen su boşa gitmez.)


Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ
Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su


(Gamlı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin olan bakışını esirgeme; zira karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir.)

3 Temmuz 2007 Salı

TEVARİH İ KÜLLİYAT I BAYEZİD İ SANİ

TARİHÇE


Müze, Sultan II.Bayezid Külliyesi içindeki Darrüşşifa bölümünde yer almaktadır. Külliye ise Fatih Sultan Mehmet'in oğlu ve 8. Osmanlı Padişahı Sultan II.Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Sultan II. Bayezid'in Akkirman seferine çıkarken 1484 yılında temelini attığı, yapılar topluluğu 4 yıl kadar kısa bir süre içinde bitirilerek hizmete açılmıştır. Sitenin mimarının Hayrettin olduğuna dair yaygın bir görüş vardır. Ancak bu görüş bugün kesin tarihi belgelerle güçlendirilmemiştir. Bazı araştırmacılar, site mimarının Yakup Şah Bin Sultan Şah olduğunu ileri sürüyorlar.

Yüzyıllar boyunca bu Külliye'de tıp öğrencileri yetiştirilmiş, hastalara şifa dağıtılmış ve fakir fukara doyurulmuştur. Külliye'nin İslam Aleminin en saf ve yalın anlatımlı camiilerinden biri olarak kabul edilen camiisi önemli bir ibadet yeri olmuş, mumhanesinde Edirne'yi aydınlatıcı mumlar dökülmüş ve tabhanelerinde ise misafirler ağırlanmıştır.
Darrüşifa kısmı ise dönemin en önemli sağlık merkezlerinden biridir. Kuruluşunda her türlü hastalara hizmet vermiştir, öyleki kuruluş vakfiyesinde hastanenin personeli sayılırken 2 cerrah ve 2 göz doktorundan da söz edilir. Demekki 1500 lü yıllarda bu mekanlarda göz hastalıklarına dahi bakılmaktaydı.
Daha sonraki yıllarda şifahane, ruh hastalarına yönelik hizmet vermeye başlar. Hastalar dönemin tıb bilgi ve ilaçlarının yanı sıra, su sesi, musiki, güzel kokular ve çeşitli meyşguliyetlerle tedavi edilirler.

Uzun yıllar boyunca hastalara şifa dağıtan bu şifahane, 1850 li yıllarda, sadece ruh hastalarının tecrit edildiği bakımsız bir kurum haline gelmiştir. Bina bir yandan bakımsızlıktan, diğer yandan yatağı dolan tunca nehrinin taşkınları sonucu büyük zararlar görmüştür
1875 yılında Edirne'yi ziyaret eden Saffet Paşa, Külliye'ye de uğramış ve buradaki içler acısı durumu görüp, sadrazama rapor etmiştir. Hemen ardından patlayan 1876-77 Osmanlı Rus savaşı esnasında Edirne işgal edilince, buradaki hastalar İstanbul'a gönderilmiştir. Bunun üzerine İstanbul'dan Edirne Valiliğine bir emir gönderilerek, İstanbul'da bu tür hastalar için yer kalmadığı belirtilmiş ve Şifahane'nin onarılarak tekrar kullanıma açılması istenmiştir. Bunun üzerine 1896 yılında onarım görmüş ve ruh hastalarının tecrit ve tedavilerinde bir süre daha kullanılmıştır. 1910 yılında Alman mimar Cornalius tarafından bir onarımı daha gerçekleştirilmiştir

EDİRNE ŞİFAHANESİ RESİMLERİ



25 Haziran 2007 Pazartesi

HARUT ve MARUT





















Harut la Marut un hikayesi aslında Prometheus yada Pandorossa yı çağrıştırmaktadır..Mezopotamya coğrafyası Antik Yunan a o kadar da uzak değildir. Belki bu etkileşimin sırrı burada yatmaktadır.
Her neyse hikayemize dönecek olursak özetle şöyledir:
İnsanoğlunun aymazlığı karşısında şaşıran melekler insanoğlunu ayıplamaktadır. Bir rivayete görede bu garipseme ve ayıplama olayı, Kabil in torunlarından birinin ona taş atarak öldürmesiyle başlamıştır. Bu küçük çocuk taşı, atası Habil i öldürdüğü için Kabil e atmıştır.
Tanrı meleklere cevaben insanoğlunun içinde tutku ve duygularla yaratıldığını söylemiştir. Hatta meleklerine onların bunlardan arındırıldığını söylemiştir. Melekler de herne sebeple olursa olsun onların böyle cinayetler işleyemeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine Tanrı içlerinden en güvendikleri iki meleğe yani Harut ve Marut a insandaki özellikleri vererek onları ortadoğunun en iç kısmına Babil e yollamıştır. Tabi sadece onları değil, imtihan için çöl çiçeğinden yaratılan Zühre yi de onlarla beraber Mezopotamya ya göndermiştir.
Babil e inen bu melek işveli ve güzel Zühre için insan öldürüp şarap içmişler hatta meleklerin göğe yükselmelerini sağlayan ve Samiler in ism i azama dedikleri duayı dahi söyemişlerdir.
Tabi bunun neticesinde Tanrı nın imtihanını kaybetmişler ve cezalandırılmışlar.
Harut ve Marut kıyamet gününe kadar çölün ortasında bit kuyuda ayaklarından aşağıya sarkıtılarak ceza çekmektedirler.
Prometheus un da akıbeti aslında pek farklı değildir. Yasa Sodom ve Gomorro şehirlerinin uğradıkları akıbetler.
İşin bir ilginç yanıda tüm bu olayların çok eskiden yaşanmış olmasıdır. Yani o dönemlerde ne Muhammedilik vardır ne İsevilik. Ve tüm bu olaylar aynı coğrafyada yaşanmıştır. Ortadoğu diyerek bu coğrafyayı kısıtlamayalım o halde biz buraya Memalik i Ruhhaniye diyelim.

24 Haziran 2007 Pazar

Bişnev ez ney çün hikâyet mî küned...

Tasavvufun sanırım güzel yanlarından birisi de, insanın insan olmayı öğrenmesi; yani bedenine hakim olmayı öğrenmesidir. Bunu Hacı Bektaşı Veli de de görmekteyiz. Yani Eline Beline Diline Hakim Ol. Esas olarak bu sözden çıkartılacak anlamlar, sufizmin mistik yönü dikkate alındığında fazlalaşır ki zaten bunları dervişlerin yaşam tarzlarında görmekteyiz. Örnek olarak Çile Çekilmesini gösterebiliriz.
benim vurgalamak istediğim konu, ney in müzik aletinden ziyade, felsefi yanının esasında insanın en değerli aktivitesi olan nefesini dahi yararlı bişey için kullandırılmasıdır. Nefessiz hayat olmaz ve nefes alıp verme en çok yaptıgı iştir insanoğlunun. Bu durumda ney üflemek kişinin nefesini dahi yönetmesi, bir anlamda da sufizmin özünde olduğu gibi nefesi yani yaşamı anlamasıdır.
İmtihan dünyasında yaşamak, acı versede bir mevleviye; bu dünyada atacağı her adımda hesap vereceğini bilmeli. Bunun içinde iyi bir insan olup da ibadetini eksiksiz yapmak belki bir mevleviye yetebilir ama bir sufi ye asla yetmez.
Sufizmin derin felsefesi içinde herşeye yer vardır. İçki sufizmin temel felsefesine aykırı değildir.
Zaten tarihi incelediğimizde içkiyle sorunu olanların tasavvuf ehlinden olanların olmadığını rahatlıkla görebiliriz. İçkiyle sorunu olanların yobaz softa takımı olduğu aşikardır. Mesele işin felsefesinde. Yobazlardan böyle bir derin felsefeyi anlayabilmelerini beklemek zaten garip bi beklenti olur. Yada Mevlena gibi büyük bir filozofa sahip çıkmayı kessinler.
Sonraki yazılarımda İslam mistisizminin temel noktaları hakkında düşündüklerimi yazıcam. Şimdilik bu kadar olsun.